Sanat ve Sanatkâra Dair
İnsan için yapılmış bunca tariflere, "insan, arayan bir varlıktır" tarifini eklemek, herhalde yanlış olmayacaktır. Evet, insan arayan bir varlıktır.
Mücerred mânânın; madde, zaman ve mekan zindanlarında hapsolduğu şu âlemde insan, bu üç zindanı da aşıp, mânâya ulaşmanın arayışı içindedir. Başka başka adlar da koysa onun bütün derdi, ızdırabı, sevinç ve gözyaşları, aramaktan ve bulamamaktan gelen vâveylâlarla, arama ve bulma zevkinin gönle akseden lem'a cilvelerinden başka bir şey değildir.
Nedir insanın aradığı mânâ? O yalnız insanın değil, bütün varlıkların aslını,özünü teşkil eden mânâdır. Ve yine o, içinde yaşadığımız şu üç veya dört buudlu âlemle değil, buudlar ötesi âleme aittir. Tek bir güneşin ısısı ve ışığıyla yeryüzündeki bütün varlıklarda yansıyıp, onları "görünür" kılması gibi; her varlığın özünü oluşturan mânâ da varıp ilâhî isimlerden birine dayanır.
Her varlık, vücut ve hayatını ilâhî isimlerin tecellîlerine borçludur. İşte bütün varlıklar, farkında olsunlar veya olmasınlar mahiyetlerinin özünde yatan ilâhî isimler vasıtasıyla, o ismin sahibini arar ya da O'ndan ayrı düşüşün ızdırabını seslendirirler. Bir yandan o ismi tesbih eder, yani hayatı ve bütün fonksiyonlarıyla o ismin binbir buudlu tecellîlerini ortaya koyarken bir yandan da, her soluklanışlarında ismin sahibine dönüşün tatlı sancılarıyla kıvranırlar. Meselâ, "semâ okyanusunda hem kendi ekseni, hem de güneş etrafında mevlevî gibi iki hareketiyle dönerek" günlerin ve yılların meydana gelmesine sebep olan yeryüzü, bu hareket ve fonksiyonuyla bir yandan Yaradan'ın Adl, Mukaddir, Kadîr gibi isimlerini tesbih ederken, bir yandan da eğrilmiş belli, yani yörüngesinin sergilediği tevâzû içinde yılda dört defa üzerine geçirdiği mevsim elbiseleriyle binbir çeşit dilde arz-ı ubûdiyette bulunarak, O'nun yolunda deprenip durmaktadır. Bunun gibi, mahviyet ve tevâzûun sembolü olan su "başını taştan taşa vurup gezmesi"yle O'na ulaşma cehdi sergilerken, geçtiği yerlerde cana can katmakla da O'nun Muhyî ismini tesbih etmektedir. Topraktan semaya uzanan milyonlarca el hem O'nu binbir ismiyle tesbih eden, hem de O'na urûc niyet ve arzusunu seslendiren diller değildir de nedir? Çiçekler; koku, renk ve şekilleriyle bir yandan O'nun Müzeyyin, Mülevvin gibi isimlerini tesbih ederken, bir yandan da rengin, tenâsübün ve cemâlin diliyle O'na niyaz etmekte ve boyun büküşleriyle de Ondan ayrı düşüşün ızdırabını dile getirmekte değiller midir? Semadan yağan yağmurlar, Rahîm, Kerîm, Muhyî, Mukaddir gibi isimleri sayısız dillerle tesbih etmenin yanısıra, bir başka buudda derin bir hicranın da gözyaşlarından başka bir şey midir?
İşte insan da bütün diğer varlıklar gibi, kopup geldiği bir yüce âlemden ve âlemlerin sahibinden ayrı düşüşün ızdırabını bütün zerreleriyle hisseden bir varlıktır. Ne var ki o, mecburî bir dönüş yolunun başına zorla bırakılmamış, iradeyle serfirâz kılınarak çoğu varlıklara karşı bir 'başyüce' konumuna oturtulmuştur. Yalnız, 'nimet ölçüsünde mes'ûliyet' prensibiyle, oldukça ağır, ağırlığı ölçüsünde de şerefli bir emaneti taşımakla da mükellef kılınmıştır. Esasen kendisine verilmiş olan bütün letâif, iradesini yaradanın iradesi istikametinde kullanabildiği takdirde bu vazifeyi bihakkın yerine getirmede bir vasıta, birer yardımcı olma mevkiindedir. Fakat insan, Sahibi'ni bulup tanımada âdetâ zilliyet makamında bir vâhid-i kıyâsî olması gereken enaniyetini, yani 'ben'ini ve benliğini, egosunu asıl ve bağımsız sanma hatasına düşebilir; bir başka ifadeyle, kendindeki mananın asıl sahibini ararken, o manayı oluşturan ilâhî isimlerin tecellîlerini kendine mâl ederek, kendini ve isimlerin sahibini tanımada tam bir ölçü olan enaniyetine takılır, ona asliyet verir ve dalâlete düşer.
Çoğu insan tekdüze hayatları ve gelişmemiş hassasiyetleriyle, niçin yaşadıklarını bilmeden bu dünyadan göçüp giderler. Fakat bu insanlara da, yeryüzüne de yön ve şekil veren insanlar da vardır ki bunlar, Yaradan'ın Sânî isminin mazharları olan san'atkârlardır denebilir. Sanat, bir ilham gerektirdiği kadar, o ilhama mazhariyet için sa'y ve iktisâb da gerektirir. Okuma, mâlûmât, tefekkür, nazar bu iktisâbın temel unsurlarındandır. İşte bütün bu gayretlere terettüb eden ilhamla neticede bir eser ortaya koyma diyebileceğimiz sanat sormadır, aramadır.
Sânî ismine sadece bir âyine olma noktasında; manayı, yani ortaya koyacağı eserin hakikatini arayan insan, bu maksatla iç dünyasında da çığlık çığlığa bir koşuşun içindedir. Bu çığlıklar, manayı seslendiren bir 'tesbih' oluncaya kadar kimi zaman kelimelerde, kimi zaman taş ve toprakta, kimi zaman fırçanın ucunda kırık dökük ifadesini bulur. Ne var ki temelde hakikati arayan insanın başına bazan, belki de çok zaman dalâlet taşı düşer!.. işte bizzat sanat kelimesinin yapısının da ortaya koyduğu gibi sanat ferdîdir, dolayısıyla kişilere göre dereceleri olduğu gibi, yine kelimenin yapısı içinde sun'î olabildiği kadar hakîkî de olabilir.
Hakîkati bulamamış sanatkâr hem sûnîliğin, hem de ferdîliğin temsilcisidir. İnsan, fıtratı gereği güzele ve güzelliğe âşıktır. Eşyanın asıl varlığını teşkil eden mana da bizâtihî güzeldir. Bu manayı bir yönüyle gizleyen ve dolayısıyla nazarları kendine çeken, nazarı doğru insan içinse ifade ettiği manaya yol veren eşya, kendinde tecellî eden mananın güzelliğiyle güzeldir. Ne var ki bu manayı göremeyen, eşyanın ötesine geçip hakikate yol bulamayan ve gölgeyi aslın, enaniyetlerini de Yaradan'ın önüne koyanlar varır varır eşyaya takılırlar ve bunların uğraştığı sanat, kelimenin bir anlamıyla sûnîliktir. Böylelerinin sanatlarının nesnesi eşyanın maddî yanıdır; oysa eşya asıl varlık ve asıl güzel olan mananın formudur. Bu şekilde form ve şekille uğraşan sanatçının eseri kopyanın kopyası olacağından hem güzel olmayacak, hem de soğuk bir taklit olması hasebiyle, hakikati yansıtmayan bir oyalanmadan öteye gitmeyecektir. Bu sebepledir ki fizîkî görünüş, fanileri ve maddî güzellikleri ölüsüzleştirme gayreti ya da fanilikten ve takıldıkları maddî güzelliğin pörsüyüp gitmesinden gelen âh u enînler ve yetimine ağlayışlar, böylesi sanatçıların eserlerindeki başlıca temayı oluşturur.
Gerçek sanat, eşyanın hem gizleyip hem gösterdiği manayı arama, tanıma ve bulup tanıdıktan sonra da gösterip tanıtmanın, bir diğer manayla tespit etmenin adıdır. Hakikati ve güzeli arayan gerçek sanatkâr, his, bilgi ve tefekkürle sanatında mesafe katettikçe, hayalleriyle de öteleri, daha daha öteleri zorlar. Eşyadan manaya geçtikten sonra eşyanın da mananın da sahibine yönelir ve bu noktada kâinât onun için, baştan sona pervâz edilecek bir hayret ufku haline gelir. Bu ufukta durmak yoktur; bir cilveden diğerine, bir renkten ötekine atlama ve hayran hayran dolaşıp durma vardır. Sanatkâr her kanat çırpışta duyup hissettiklerini sözün, mîmârînin, fırçanın... diliyle ifade edecek olursa, zirveye varıncaya kadar hep bir terakkî içinde olacağından, ifadelerinde daima bir eksiklik hissedecektir. Bilhassâ ilk basamaklarda zaman zaman hâle mağlup olmalar baş gösterir. Özellikle şiirde biçime, mana ölçüsünde değer verilir ve hayalle hakikat birbirine karışır.işte Kur'ân-ı Kerîm'de, Efendimiz'le alakalı olarak: "Biz O'na şiir öğretmedik" buyurulması bu noktaya bakar.
Nihayet aradığını ruhunda bulup kainatla da bütünleştikten, dışta aradığının "cân içinde cân" olduğunu gördükten ve dıştaki manayla ruhundaki mananın aynîliğini müşâhede ettikten sonra eserini ortaya koyan sanatkârın her bir eseri artık hakikatin bir nevi ifadesinden başka bir şey olmayacaktır. Bu noktada sanatkâr, fırçanın diliyle de, mîmârînin diliyle de konuşsa; nazımla da, nesirle de konuşsa onun her bir ses ve soluğu, sözü ve sükûtu, oturması ve kalkması, yemesi ve içmesi, buğu buğu hakikat tüten bir zikir ve tesbih olacaktır. Ve yine bu noktada arayış basmaklarındaki şuurî hissediş yerini hâlis ilme, koşturup durma da itmînana bıraktığı ve hedef sadece hakikati ve manayı ortaya koyma olduğundandır ki biçim, aslında hakikatin tezahürü olarak çok daha güzel olduğu halde, öyle yaldızlı ve parlak görülmeyebilir.
Onun içindir ki sûnîlik ifade eden sanatla gerçek sanat arasındaki farkı görmek isteyenler maddenin dar kalıplarıyla, -kabiliyetleri varsa- semanın enginliklerinde veya ruhun derinliklerinde seyahate çıkabilirler.